Nihayet Prometheus

Haftalardır konuştuğumuz ve merakla hop oturup, hop kalktığımız Prometheus nihayet vizyona girdi.

Blade Runner’dan sonra film çekmeyen Sir Ridley Scott’ı özlemişiz. Kendisinin deyimiyle üç yıl önce Alien serisine devam edemeyeceğini anlayıp, iyi ki Alien’ı yeniden yapılandırmaya karar vermiş.

Premetheus’u izlemeden önce dörtlemeyi tekrar sindirdim ve sinemaya öyle gittim. Filmin ne zaman başlayıp, ne zaman bittiğini anlamadım ve kafamda bir sürü soru işareti ile salondan çıktım. Prometheus’a bayıldığımı, Alien’ın öyküsüne felsefik boyut kattığı için Scott’a hayranlığımın bir kat daha arttığını ifade etmeliyim. Bu yazıyı yazmak çok zor… Filmi izlemek isteyenler için mi, ben gibi izleyenler için mi yazmalıyım inanın karar veremedim. İzlememiş olanlar için hemen anlatmaya başlıyorum;

Film, sonsuz gibi gözüken – kimselerin yaşamadığı bir alanda, insana benzeyen bir yaratığın özel bir saklama kabından çıkardığı yumurtaları ağzına atarak, korkunç sancılar içerisinde bir şelaleye yuvarlanması ve dna’sının önce çürüyerek daha sonra başkalaşarak suya karışması ile başlıyor. Sonrasında ise Arkeolog Elizabeth Shaw’ın (Noomi Rapace) İskoçya’nın ucu bucağı görünmeyen tepelerinde bir mağarada keşfettiği 35 bin yaşındaki duvar resimlerini görüyoruz. Bu resimlerde bir yıldız kümesini parmağıyla işaret eden dev bir yaratığa tapınan insanlar bulunuyor. Yıl 2089.

Daha sonra, Kendilerini “Tanrı artık biziz” diye ilan eden Weyland’ın yarattığı, neredeyse insandan farkı olmayan David (Michael Fassbender) ile tanışıyoruz. David’in içinde bulunduğu uzay gemisi arkeolojik kazılarda görülen yıldız haritasına göre rotasını belirlemiş, işaret edilen gezegene doğru yola çıkan Prometheus. Ekiptekilerin uyanışıyla birlikte yolculuğun içeriğini hemen hiç kimsenin bilmediğini anlıyoruz. Yolculuğun içeriğini anlatan Charlie Holloway(Logan Marshall) ve Shaw; mağara resimlerinde gördüklerinin bir davet olduğunu, evrende yalnız olmadığımızı, insanlığın nereden gelip – nereye gittiğinin cevaplarını bulacakları bir gezegene ineceklerini açıklıyor.

Geminin kaptanı Janek (Idris Elba), gemiyi gezegene indiriyor ve ekip araçlarına atlayarak keşfe başlıyor. Gezegen hem daha önce gördüklerimize hem de bambaşka sürprizlere gebe. Girdikleri mağara, ziyaretçilerinin etkisiyle birden canlanıyor ve hologram görüntüleri eşliğinde tuhaf yaratıklar kaçışmaya başlıyor. Bundan sonra ilk Alien’dan itibaren cevaplanmayan sorulara yanıt bulduğumuz gibi, çok daha fazlasına sorguladığımız kareler önümüzden bir bir geçmeye başlıyor. Film bitince aptallaşıyor ve öyküyü başa sarıyorsunuz – merakınız daha çok artıyor ve ilerisi için teoriler üretmeye başlıyorsunuz.

Spoiler vermekle vermemek arasındaki o ince çizgide (izlememiş olanlar bu paragrafı okumasın) şunu söylemek isterim ki; Alien’de ekip, terk edilmiş bir uzay gemisinin pilot koltuğunda göğsü parçalanmış devasa bir insana benzer bulmuştu ve kimse üstünde durmamıştı. Prometheus işe buradan başlıyor ve space jockey dediğimiz insansı yaratıkları tanrılaştırıyor. Filmin başında gezegene hayat veren insana benzeyen yaratığın space jockey olduğunu anladığımız anda bizde Elizabeth Shaw gibi soruyoruz “Tanrılar belki bizden nefret etmiyor ama onları kızdıran – hayal kırıklığı yaratan ne yapmış olabiliriz?” sırf bu soru bile yeni bir üçlemenin gerekliliğini ortaya koyuyor.

Senaristlerden Lindelof Prometheus efsanesinin temelindeki fikri çok güzel özetlemiş aslında. Diyor ki, “Tanrılar yarattıklarını sınırlamak ister. Yoksa bir gün onları devirmeye kalkabilirler.”

Bilindiği üzere filmin senaryosunu Jon Spaihts ve Damon Lindelof yazmış. Konu, inandırıcılık açısından arkeolog Ercih von Daniken’in 1968’de yazdığı “Tanrıların Arabaları” eserinde Peru’daki arkeolojik kanıtların insanlığın gelişiminde uzaylılardan yardım aldığına dair bilgilere vurgu yapıyor. Gemi tasarımı, dış uzay çekimleri, iç mekan tasarımları muazzam. Mekan tasarımlarında H.R. Giger’in çizgisinden şaşılmamış. Bu da etkileyicilik unsurunu, cinselliğe vurguyu ve yabancılaşma hissini arttırıyor. Oyunculuklar için genel olarak filmin zihnimizde bıraktığı tatmin duygusunu da hesaplayarak iyiydi diyebiliriz. David rolüyle Michael Fassbender alıp götürüyor, Noomi Rapace ise gerçekten iyi bir seçim olmuş. Gördüklerimizi uzun süre hatırlayacağımızı ve bir sonraki filmi izleyene kadar merakımızı koruyacağımızı biliyorum. Filmi beğenmeyenler space jockey’inden bulsun 😉 ben Prometheus’a bayıldım – Alien fanı olmasanız bile bu felsefesi – temeli olan harika bir bilim kurgu filmi. Mutlaka izleyin, tekrar tekrar 🙂




 

  8Yorum

  1. blank emrah   •  

    fimi izlemiş kadar oldum 🙂 ayrıca merakım daha da arttı. filmi izledikten sonra muhtemelen bir yazı da ben yazarım gibime geliyor :))

  2. blank SU   •  

    cok guzel bır yazı fılmı ızleyen biri olarak benımde merakım cok arttı

  3. blank MuhammedB   •  

    Anlamadığım filmin başında o tanrı adam bişi içip suya düştü neydi o. anlamadım ben.

    • blank fundalina   •     Yazar

      Onlar gezegene hayat verecek yumurta.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir