Merakla beklenen Cloud Atlas “Bulut Atlası” nihayet vizyonda. Film, İngiliz yazar David Mitchell 2004 yılında yazdığı aynı adlı romanının beyaz perdeye yansıması.
Toronto Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan film, bazılarına göre bir başyapıt sayılırken kimilerine göre bir hayal kırıklığıydı. 2 saat 45 dakika süresiyle başta gözümü korkutan filmi bir solukta izlediğimi belirtmeliyim.
6 farklı öyküyü içeren 6 farklı filmi kusursuz bir kurguyla izliyorsunuz. Yazması, yönetmesi, oynaması ne kadar zor ise izlemesi de kolay değil. Açılış sahnesi ile birlikte farklı zamanlarda farklı mekanlarda beliren kahramanlar gözünüzün önünden bir bir geçiyor. Bir öykünün içine girmeye çalışırken kendinizi bambaşka bir dünyanın içerisinde buluyorsunuz. Temposu ve duygusu farklı olmasına rağmen öyküler varoluşu sorguluyor. İzlediğiniz süre boyunca merak duygunuz kaybolmuyor. Filmde rahatsızlık duyduğum şeylerden biri anlatmak istediğini zaten aktarırken, tekrar tekrar aynı cümlenin ekrana getirilmesi. Öykülerle; çok dağılma, anlatmak istediğimiz – anlaman gereken bu der gibi kahramanların kısaca tekrar doğacağımızın, ölüm ve doğumun iç içe geçmiş bir kapı olduğunun, yaşadıklarımızın ve yaptıklarımızın tüm yaşamı etkileyecek bir enerji yarattığının gözümüze sokulması.
Anlatılan öykülerin basit özetlerine gelince;
İlk öykü 1850’li yıllarda Pasifik Okyanusunda geçiyor. Adam Ewing bir Amerika’lı hukuk adamı. İçinde bulunduğu gemi kaza geçirince Chatham Adaları’nda onarım için beklemek zorunda kalıyor. Burada köleliğin, köleleştirmenin acımasız yüzü ile karşılaşıyor. Arkadaşı Doktor Henry Goose adada kendisinin bir virüs kaptığını söyleyerek tedavisine başlıyor. Tutuğu günce bir sonraki öykü anlatıcısı tarafından keşfediliyor.
İkinci öykü filmin başında bir küvet içerisinde intihara hazırlanan Robert Frobisher hakkında. Kendisi meteliğe kurşun atan ancak zengin olma hayalleri kuran genç bir müzisyen. Frobisher bir eşcinsel, tutkulu bir aşkla bağlı olduğu Rufus Sixsmith’a yaşadıklarını ve Adam Ewing’in güncesini mektuplarla anlatıyor. Filme adını veren Bulut Atlası Senfonisini yazabilmek için zengin bir müzisyenin yanına yardımcı olarak yerleşiyor.
Üçüncü öykü 1975 yılında California’da yaşayan gazeteci Luisa Rey’in gözünden anlatılıyor. Rufus Sixsmith’la bir asansör kazasında tanışan Luisa kendisini tehlikeli bir kovalamacanın içerisinde buluyor. (En kötü aktarılan öykünün bu olduğunu düşünüyorum, filmin merkezindeydi ve çok fazla soru işareti bıraktı)
Dördüncü öykü 21. yüzyılın başlarında 65 yaşındaki yayıncı Timothy Cavendish’ın bir gangsterin romanını bastıktan sonra başına gelenleri anlatıyor. İradesi dışında bir huzur evine kapatılıyor ve yaşadıklarını kaleme ve filme alıyor. Tom Hanks’i sadece burada beğendim :/
Beşinci öykü saf bir bilim kurgu. Distopik bir gelecekte Seul’de geçiyor. Sonmi-451 bir fast food restoranında klon olarak yaşıyor. Belli bir süre hayatta kalan klonlar, sorgulamadan hep aynı işleri yaparak, sabun denen bir gıda ile beslenip – uykuya dalıyorlar. Bir nevi robot hayatı yaşayan Sonmi Hae-Joo Chang’ın yardımıyla varoluşunun ve yaşadıklarının farkına vararak sisteme karşı bir isyan başlatıyor ve hikayesini holografik bir kayıt cihazıyla herkese duyuruyor.
Altıncı öykü ise filmin başlangıcında ve en sonunda izlediğimiz post-apokaliptik bir gelecekte geçiyor. İnsanların ilkel bir hayat yaşadığı, uzak ve acımasız bir gelecek bu. Yaşayanların bedeni dövmelerle, boyalarla kaplı. Güçlü olanın güçsüzü yakalayıp öldürmekle kalmayıp yediği korkunç bir zaman. Teknolojik olarak ileri bir uygarlığın son üyelerinden Meronym tarafından ziyaret edilen bu bölge, evrene türlerin devamlılığı konusunda mesaj vermek için önemli bir merkez.
Bu kadar anlattıktan sonra kendinizi birbirinden farklı türde altı öykünün içerisinde bulduğunuzda bocalama yaşamanız mümkün. Sonuçta kurgu o kadar iyi ki tek bir amacı olan ve aslında tek bir film sunan Cloud Atlas’ı izlemenin yetmediğini mutlaka okunması gerektiğini fark ediyorsunuz.
Lana ve Andy Wachowski kardeşlerin Alman yönetmen Tom Tykwer ile ortaklaşa senaryosunu yazıp yönettikleri Cloud Atlas bir başyapıt olmasa bile oldukça ilgi çekici ve mutlaka izlenmesi gereken bir film. Filmin başrollerinde; Tom Hanks, Halle Berry, Hugh Grant, Hugo Weaving, Jim Sturgess, Ben Whishaw, James D’Arcy, Doona Bae ve Susan Sarandon bulunuyor.
Oyuncular öykülerde farklı farklı rollerde yer alıyor. Filmin sonunda hangi oyuncunun hangi rollerde yer aldığını görüyorsunuz. Ben şaşırdığım bir sürprizle karşılaşmadım açıkçası. Sanat yönetimi ve makyaj çalışması açısından ise film çok başarılı. Yaşlandırma konusunda abartılı bulduğum bir iki karakter dışında kusursuzdu diyebilirim.
Oyunculuklara gelince yukarıda dediğim gibi farklı farklı rollerde yer alan oyuncular kimi zaman zorlama görünüyor. Örneğin Tom Hanks ve Halle Berry. Kafasına peruk takıp, yüzünü sanat eseri gibi süsleseniz bile aynı bakışlarla oynuyorlar. Özellikle Hugh Grant, Hugo Weaving ve Jim Sturgess’i izlemeye doyamadım. Filmin başarılarında katkıları çok büyük.
Sonuç olarak; insan evren içinde ve evrene karşı soru sorma durumunda kalan, bu sorunun çözümünü kendi benliğinde arayan bir varlıktır. Sorgulatırken bu fikri gözümüze bu kadar sokmasına gerek olmamasına rağmen Cloud Atlas çok iyi bir film. Hem izleyin hem de vakit kaybetmeden okuyun derim 🙂